22 Mayıs 2016 Pazar

261 K A R A K T E R

Tabii ilk olarak ‘karakter’ kelimesinin içini dolduran nitelikler geliyor akla. Ancak okuduğunuz bu yazının harf sayısı da bir karakter aslında. Diğer yandan ‘bireyin davranış biçimi’ olarak göze çarpan karakterin; hayatınız boyunca karşılaştığınız türleri ise sizin şansınız veya şanssızlığınızla ilgisi olabilir.

Karşınıza çıkan kişilerin nasıl bir karaktere sahip olduğunu öğrenmek, bazen yüzyıllar alabilir. Piyango bileti gibi düşünün! Elinizdeki biletin üzerinde yazılı bir tarih var ve bu tarihten önce ‘piyangonun size vurması’ olanaksızdır. O tarihe kadar sabırla bekleyip bunu  deneyimlemeniz gerekecektir. Aradaki en ‘karakteristik’ fark ise; karakterlerin kendi karakterlerini size göstermeleri için yazılı bir tarih olmaması. En azından fiziksel olarak böyle bir yazının olmadığını biliyoruz.

Makyajın kapatamadığı karakter

Sadece bunu bildiğimiz makyaj gibi algılamamakta fayda var. ‘Göz boyama’ da bir makyajdır. Ne demek istediğimi çok iyi anladınız! “Ben iyi biriyim.” dediğimde, beni gerçekten ‘iyi’ olarak bilmeyen veya tanımayan herkesin kafasında bir görüntü oluşacaktır bu cümleden sonra. Kimi şüpheyle yaklaşacaktır, kimi umursamayacaktır belki de. Kimi de inanacaktır en saf haliyle…


İnsan olarak severim aslında

Bir de bu cümle var zaten. İlk kim kurduysa bu cümleyi, hangi yeşilliklerin içinde uçuyordu anlam vermek güç! Keşke bir insanı kedi olarak da sevebilseydik mesela. Ya da kedi olarak sevmeye çalıştığımız insanlar, ‘hayvan’ kategorisinde yer alabilselerdi, ne güzel olurdu değil mi?

Şimdi size durup karakter analizi yapacak değilim. Bilmeniz gerekeni zaman size gösteriyor ‘zamanla’ zaten! Hakettiğinizi yaşamak ise bir tercih olarak cebinizde kalıyor. Daha çok şey de yazılabilirdi belki ama, gerek yok. Zaten yazının başlığıyla karakter sayısı aynı artık.


Bukowski’nin bir zamanlar kurduğu şu cümle ile finali yapmak kaçınılmaz oldu; “Gerçekten yaşamadan önce, birkaç kez ölmen gerekiyor…”

8 Mayıs 2016 Pazar

S A N D I Ğ I M A ÇOK MEMNUN OLDUM

Düşündüğünüz şeyin, gerçekleşmeme ihtimalinden çok; gerçekleşeceğine daha yakın bir ümit için kullanıyoruz ‘sanmak’ eylemini. Dolayısıyla, olmayacağını bildiğimiz bir olay karşısında yine de ‘sanmak’ elimizde kalan tek silah hâlinde… Bu silahı çoğu zaman nasıl kullanabileceğimizi bilmeden sıkıyoruz içindeki mermileri sağa-sola… Bilinçsiz bir eylemin doğurduğu kar taneleri; kafamıza ‘dank’ eden boş bir mermi kovanıyla buluşana dek ateş etmekten alamıyoruz kendimizi…

Sanmak; acıtır

Size sandığınız şeyi sandıran şey; yüzsüz bir maskeden daha karanlık değildir. Sırf sandığınız şeyin ne olduğunu bulup, sizi öldürmesini beklediğiniz için acımasız bir akrep son veriyor yelkovan kuşunun hayatına… Her defasında yeniden doğan yelkovan kuşu, akrebin zehirinden aldığı her gram zehir için minnettar ona. Çünkü ne yelkovan olmadan akrep olur, ne de akrep olmadan yelkovan. Tek başlarına pek bir anlam ifade edemiyorken, birbirlerine karşı gösterdikleri inat ve sebatla var ediyorlar aslında zamanı da, hayatı da. Birbirlerine duydukları şey; ihtiyaçtan ziyade, mecburiyet çünkü… Tıpkı; güneşin gökyüzüne ait olduğu ve denizin gökyüzünün mavisini yansıtmasına mecbur olduğu gibi…


Sarı ilaç karışırken tentürdiyota

Birkaç kez sandığım oldu. Bir tanesi, üzerinde nenemin lefkara desenli peşkirleri ile örtülü, tozlu, ahşap bir sandıktı. İçinden çıkan, çocukluğumun en beyaz ‘urubaları’ ile başlarken hayata; dizlerimin kanlarına karışan ‘sarı ilacın’ renginden daha bulanık bir gökyüzü bekliyordu dışarıda… Dizlerim yara-bere içindeyken annemin; “Deli deli koşma, gene düşecen… Daha yeni geçiyor yaraların!..” sözleri, arka planda çalan Sezen Aksu’dan başka birşey olamazdı. Koşmaya ‘deli deli’ devam etmedik mi? Sarı ilacın kokusu, tentürdiyota karışırken ve daha hızlı koşabilmek için bir an önce yaraların iyişleşmesi gerektiğinin bilincindeyken; durmak olur muydu hiç?.. Asla!


Ve, Nietzsche’nin de dediği gibi; “Beni öldürmeyen acı, güçlendirir.” Tıpkı, yara içindeki dizlerimize sürdüğümüz sarı ilacın ve tentürdiyotun bizi iyileştirip güçlendirdiği gibi. Peki zaman en iyi ilaç mı bu durumda?.. Onu da zamanla anlıyorsunuz zaten… Korkmadan, düşe-kalka ve deli deli koşmaya devam! Ta ki; koşacak bir yol ve bakacak bir gökyüzü kalmayana dek…