20 Aralık 2015 Pazar

Bir boşvermişlik öyküsü

Birkaç yıl öncesiydi yanılmıyorsam… Yine tek başıma çıktığım tatillerden birine giderken yanıma aldığım bir kitap vardı. Bu kitap, o zamanlar popüler kitaplardan biri olmuştu. (Her ne kadar popüler kitapları okumasam da) Siyah kapaklı, üzerinde “S*ktir et!” yazan ve nedense tam o vakit beni tatile sürükleyen nedenlerin üzerine gidercesine ilgimi çekti. Hiç tereddüt etmeden raftan kitabı alıp kasaya doğru yöneldim. Sırada beklerken birkaç sayfayı karıştırıp neler var diye inceledim. Nedense ilgimi çekmişti. Belki de dediğim gibi, kitabın adı aklımı çelmişti.

Uçak da düşerse düşsün, napayım!
Kitabı okumaya ilk olarak havaalanında başladım. 20-30 sayfa okuduktan sonra daha da ilgimi çekmeye başladı. “Evet, tam ben de böyle düşünüyordum!” diye içimden haykırdım. Uçağa binerken kitabı çantama koydum. Kemerlerimizi falan bağladık, uçak artık kalkıyor… Uaçk fobim yoktur aslında ama, kalkış ve inişte biraz tedirgin oluyorum elimde olmadan. Kitap beni nasıl bir boşvermişliğe sürüklediyse, “Aman, düşersa da düşsün, napalım!..” demeye başladım… Kitabı tatilde okumaya devam ederken yarısına geldiğimi ve aslında boşverecek o kadar çok şeyin olduğunu farkettim. Ama bir yandan da, fazla boşvermişliğin neticesinde, bencilliğin ortaya çıkabileceğini anladım. Tam da o noktadan sonra kitabı yarım bıraktım, boşverdim o kitabı…
Boşver be gardaş, o gaybetti…
Diye cümleye başlarsa derdinizi anlattığınız arkadaşınız, lütfen arkadaşınızın fabrika ayarlarına dönmesine yardımcı olun. Çünkü o “boşver” kelimesinin içi boş. Yani sizin derdinizi anlayıp çare üretmek yerine, sanki biraz o boşveriyor bu derdi gibi geliyor bana. Böyle konularda yakın dostlarınız size boşver diyebilir elbet, ancak size çözüm önerileri sunuyorsa ve sizi anlamaya çalışıyorsa; boşver diye de cümleyi bitirmesi anormal değil o zaman… Günün sonunda, boşverip boşvermemek size bağlı. Aynı sorunlardan yorulup devam etmek istemiyorsanız, zaten siz boşvermek için birşeyler yapmaya başlarsınız. Ya da boşvermek için gerekli malzemeleri toparlayıp hazırlık yapmaya başlarsınız. Aslında size kim ne derse desin, siz boşvermeye başlamadıkça bunu yapamazsınız zaten.

Dile kolaydır boşverebilmek…

Boşverdim falan diyebilirsiniz, umrunuzda olmadığını göstermek için karşınızdaki insanı da görmezden gelmeye çalışabilirsiniz. Bunlar, boşvermişlik göstergesi gibi görünse de, içinizden bunu gerçekten yapmak istemiyorsanız veya birşeyler size engel oluyorsa, pek bir anlam ifade etmiyor o boşvermişliğiniz. Bu size ve sevdiklerinize zarar verebilir uzun vadede. Sizin etkilendiğiniz iyi ve kötü şeylerden, sizi sevenler de etkilenir çünkü. Can Yücel’in de dediği gibi “…Gönlün rahat mı? Sen elinden geleni yaptın mı? O zaman olmuyorsa, zorlamayacaksın...” Şimdi size kalan, arkanıza yaslanıp derin bir iç çekerek, boşvermeye çalıştığınız şeylerle neden halen uğraşmaya çalıştığınız gözden geçirmek. Geriye kalanlar mı? Boşverin gitsin…

22 Kasım 2015 Pazar

Aşk mı, inat mı?

Yoksa her ikisi de birbiriyle ilişkili mi? İlişki içindeki çelişkilerden ikisi mi? Sıklıkla ayağına takılıp seni düşüren ikili değil mi bunlar? Türk Dil Kurumu aşkı; "Aşırı sevgi ve bağlılık duygusu…” inadı ise; “Bir konuda direnme…” olarak açıklamaktadır. Biraz dikkatli bakınca birbiri arasında bir bağ görmemek mümkün mü? Aşırı sevdiği kişiye/şeye bağlı olma ve bağlı kalma duygusu, inatla bırakmama ve sahip çıkma eylemini de beraberinde getirebilir. Seni kendine bu denli bağlayan şey, aşkla inatlaşmak olamaz mı?
Gözüyle inatlaşan, doruğa sıçrar
Tabii bu sözün böyle olmadığını sen de biliyorsun. İnat ile keçiyi, inatla cümle içinde kurup senle mutlaka bağdaştırmıştırlar. İnat, doğru kullanıldığında seni doruğa taşıyabilir elbette. Ancak; inadın seni ele geçirmesine izin veriyorsan bunun sonuçlarını gözlerinle deneyimlemen gerekecek. Pamuk ipliğine bağlı yaşıyorken insanlar aşkı; aşk’tan öte ne galip gelebilir ki? Aşk iki kişilikse, iki kişilik, iki farklılık, iki uyum ya da iki anlaşmazlıktır. Herşey iki kişilik yaşanır aşk’ta. Aşk; bir uçağa birlikte binilen, iki kişilik alınmış bilet gibidir. Tek yön olanları daha uzun sürer genelde. Varacağı yere henüz ulaşmamışsa yolcular, halen birliktedirler demektir. Hayatta olsalar da, olmasalar da…
Aşk; 3 harf, birçok kelime

Şimdi kalkıp size aşk’ı anlatacak halim yok! Hepiniz yaşamışınızdır zaten, ucundan bir sokum da olsa… En kötü ihtimal “Bir arkadaşa bakıp, çıkacağız…” deyip yaşamışsınızdır. Aşk, sevgi ile bağlandığınız herşeye ve herkese karşı olabilir. Aşk’ı yaşarken ayakların yerden kesilir pek tabii… Yere basmaya başladığın an bir galif altına geçip otur bakalım; senin yaşadığın aşk’ın yüzde kaçı aşk, yüzde kaçı güven ve yüzde kaçı saygı diye… Havadayken bunları tam tahlil edemeyebilirsin, o yüzden diyorum. Diyelim ki birlikte uçma fikri işine gelmemeye başladı artık. E o zaman yapacağın şey belli! Kendini bulutların kucağına bırakmak sana kalmış. Uçaktan atlamaya kalkarsan eğer, paraşütünü yanına almayı unutma. Lâzım olacak…

8 Kasım 2015 Pazar

Tepe ‘tepe’ geçti

İçmeyi seven de var sevmeyen de… Gereksiz duyan da var, ihtiyaç olarak gören de… Kimisine göre içki olmazsa olmazdır; kimisine göre ise yanlış davranışların kaynağıdır… Herkes birşey söyler bu konuda kısacası. İçmek önce kendini bilmekten geçer; yoksa kendini bilmeyecek adama içtiği su bile ‘dokunur’…
90’lar ve 2000’lerde gençliğini yaşayanlar iyi hatırlayacaktır; ‘Tepe’ adı verilen, ama henüz kimin tarafından bu ismin verildiğini bulamadığımız mekânlar vardı. Sokakta içki içmenin en çok tercih edilen bölgeleridir. Hatta özellikle Ortaköy-Gönyeli yolu üzerinde, Levent Koleji karşısındaki arazi ‘orijinal tepe’ olarak bilinmekteydi. Herhangi bir tepe oluşumu bulunmamasına rağmen, yıllarca bu isimle anıldı. Burada bir zamanlar ‘içenler’ çoktan çoluk çocuğa karıştı bile zaten. Geriye kalanlar ise muhtemelen başka ‘tepe’ler bulmuşlardır diye düşünüyorum…
Gonyak var mı?
Kıbrıslılar’ın en sık tükettiği alkollü içkilerden biri konyakdır dersem, yanlış olmaz sanırım. Her alkollü içkiye de konyak diyen bir kesim var tabii ki. Onlara göre rakı da, bira da hatta şarap bile ‘gonyak.’ O gonyak kelimesinin içine onlarca anlam yüklenmiştir. İçmeyi, arkadaşı, muhabbeti seven insan, onun anlamını çok iyi bilir. Bir de içkiyi, deyim yerindeyse ‘ağzı ile içmeyi’ bilmektir marifet. Sadece alkol tüketmek değil, keyif alıp, aldığı keyfi muhabbete dökmeyi bilendir bu ortamların kahramanları... Arkadaşının sarhoş olup, yolu bulamayacağını daha gecenin başında anlayıp, içmeden herkesi toparlayıp, eve sağ salim ulaştıran karakterler de hiç değişmemiştir.
Aklınızınan!
Tepe’ye gitmeden önce, grupta arabası olan kişi gidip herkesi evden tek tek arar; yola çıkmadan önce ise ailelerin ağzından anlaşılmış gibi çıkan o tek kelimeyi işitmeden yola çıkamazlar; “aklınızınan!..” Sohbet, yeme-içme, eğlence falan güzel hoş tabii… Ama bu mekânlara gidenler, gerçekten ‘aklı’ ile içip, sağa sola sataşmaz ve hatta bunu yapmaya kalkan biri olursa uyarırlar. Çünkü ‘tepe’ bir nevi kahve gibi, bar gibi, genelde aynı kişilerin müdavimi olduğu bir mekân bence. Orada tanışıp, arkadaşlıklarını ilerletenler de olur; birbirlerinden rahatsız olup kavga çıkaranlar da…Kısacası içkiyi içmeyi bilen de var, bilmeyen de… İçmek, bir keyif bir muhabbet işidir. Muhabbetin, gerçek arkadaşlığın olmadığı yerde ise o içki sadece bir içecekten başka birşey değildir…


Alkollü araç kullanmanın hem size hem de başkalarına zarar verebileceğini unutmayın! Hade aklınızınan!

25 Ekim 2015 Pazar

Ben bilmem, kaynım bilir.

Benim gibi birçok Kıbrıslı’nın sık sık gittiği bir şehirdir İstanbul… İstiklal Caddesi’nde bir turlayıp, Eminönü’nde güvercinlere yem atarsınız, ya da Ortaköy’deki kafelerin birine gidip boğazı seyredersiniz… Barış Manço Vapuru ile karşıya geçip Üsküdar’da bir soluklanırsınız Kız Kulesi’ne karşı, ya da Beyoğlu’ndaki sahaflardaki eski kitaplar içinde kendiniz kaybedersiniz…
Kimi zaman gezme tozma için, kimi zamansa iş veya eğitimle ilgili ziyaret ettim kendisini ben de. Elimden geldiğince taksilere binmemeye gayret ediyorum. Biliyorsunuz milyonlarca insanın yaşadığı bir şehirde, trafiğe girmek çok fasariyadır. Metro ya da tramvay en pratik yöntem bence…
Sonu gelmeyen bir muhabbet!
Eğer acelem varsa, mecburen taksinin yolunu tutuyorum tabi. İstanbul’da taksiye binmek, trafikten bile daha sıkıcı olabiliyor bazen. Bunun nedeni ise, hiç gitmedikleri ve sağdan soldan duydukları ile Kıbrıs hakkında bilgi sahibi olmaları. Hal böyle olunca; “Allah’ım, beni ne ile sınıyorsun?” diye çaresizce taksicinin engin (!) Kıbrıs bilgilerini benimle paylaşmasına denk geliyorum çoğu zaman. Abi, neler neler çıkıyor bu muhabbetlerden inanamazsın! Zaten İstanbul’daki taksicilerin yarısı askerliğini Kıbrıs’ta yapmış. Diğer yarısının da akrabaları Kıbrıs’ta yaşıyor (!) Yani Kıbrıslı olduğunuzu şiveden falan anlayınca, hemen soruyorlar; “Ağbi, sen Kıprıslı mısın yaa?” İşte sonu gelmeyen muhabbet yine başlıyor!..
Sizin lideriniz Gorbaçov değilmiydi?

Sabaha karşı 4.30 uçağıyla İstanbul’a seyahat başladı. 6 gibi falan Atatürk Havalimanı’na indik. Tabii, o saatler metro ya da otobüs bulmak bazen sıkıntılı olabiliyor. Hiç oyalanmadan otele geçip uyumak istedim. Zaten o gün hava buz gibi, nefes alırken bile soğuğu ciğerlerimde hissediyordum. Hal böyle olunca, ilk gördüğüm taksiye atlayıp, “Taksim lütfen!” dedim. Taksici, 30 yaşlarında bir arkadaştı. İlk 5 dakika hiç konuşmadık. (Bilenler bilir, taksideyken pek konuşmam) Adam dayanamayıp sordu; “Abi, yolculuk nereden?”. “Kıbrıs.” dedim. Adam nasıl sevindiyse, hemşehrisini görse bu kadar mutlu olamazdı herhalde; “Ooo! Ben Kıbrıs’ta askerlik yaptım. Çok iyi bilirim oraları. Hatta törenlere katıldık, Gorbaçov’a selam bile durduk icabında!” Bu cümlenin sonunda, arabanın kapısını açıp kendimi sakince otobanın, asfaltı üzerine bırakmak istedim, ama çok uykum vardı. “Karıştırıyorsun bence.” dedim. Adam biraz susup, yola devam etti. 10 dakika sessizlik sonunda ise; “Lideriniz Gorbaçov değilmiydi ya?!” diye ısrar etti. Bu ısrarın üzerine bir an durup düşündüm, acaba öylemiydi? (!)  “Sağda ineyim ben.” dedim. O değil, soğuğun içinde 15 dakika falan yürüdüm otele varmak için, sırf muhabbete daha fazla dahil olmayım diye... Herşeyi geçtim, bu arkadaşa bu bilgiyi kim vermiş olabilir?.. Bilmiyorum orayı de, geç arkadaşım!.. Gorbaçov dedi yahu!

11 Ekim 2015 Pazar

İmtihan biter mi?

Onlarca, hatta yüzlerce imtihana girdin. Sonucunda hayatının değişeceğini varsayarak, ya da umursamayarak suyun dibini boyladı, hayallerini yüklediğin kağıttan gemiler… Rüzgara inat ettin, farkında olmadan ona kol-kanat gerdiğinin… Bitti mi tüm imtihanların peki? Talebeleyken sıraları doldurduğun sınınflar aklına geldikce, gözlerin de doluyor mu? Önündeki ya da ardındaki arkadaşından daha mı üstün olduğunu düşünüyorsun halen? Yoksa ne yaparsan yap, hiçbir zaman ‘falanın oğlu, ya da kızı’ gibi olmayı ‘başaramadın mı?..’

Amed Dayı’nın angonisi…

Ailen ya da çevrendekiler, seni başkaları ile hiç kıyaslamadı mı hiç? “Amed Dayı’nın angonisi, okulu pekiyi ile bitirdi! Sen napdın? Gittin hepsinden galdın derslerin…” gibi örnek gösterilerek, güya senin ‘başarısızlığını’ başarıya dönüştürebilecek sözler duymuş olabilirsin. Amed Dayı’nın angonisi; bütün derslerden pekiyi almak için sokakta top peşinde koşmadı. Belki de sana göre ‘ot gibi’ yaşayıp, senin yaptıklarından mahrum kaldı. Örnek gösterilen Amed Dayı’nın angonisinin adı bile geçmedi aslında bu cümlede, farkettin mi? Bir birey olan bu arkadaşın adını söylemeyi bile gereksiz bulmuşlar. Sonuç olarak bugün, ya da yarın; Amed Dayı’nın angonisi nerede, sen nerede ne yapıyor olacaksın? Onun bu pekiyileri ile senin bütünlemelerinin hayatınıza ne gibi bir etkisi olacak?

3’ün 1’i doğru çıkar mı?

Okuldaki imtihanları bir kenara bırakıp, bir de hayatındaki imtihanlara değinelim bakalım. Bence, asıl önemli olan da bu zaten. Bütünlemeye falan da kalabilirsin, sınıfta da kalabilirsin… Belki de hiçbir ‘ders’e takılmadan hepsinden geçersin. Hiçbir hoca, hayatını imtihan haline getirecek kadar acımasız olamaz. Ama hayat olur. Ne yaparsan yap, seni bırakacağı varsa kalırsın… Ardarda yanlışlar yapıp, düzlüğe mi çıkmak istiyorsun? Pekala! Aynı hataları defalarca tekrarlamadığın sürece bunu yapabilme ihtimalin yüksek. En azından normale oranla daha yüksek. Unutma; hayattaki başarısızlıkları, yanlış seçimleri, hataları aslında ne kadar yaptığın değil; bunları tecrübeye nasıl ve ne zaman dönüştürebildiğin önemli. Çok geç olmadan hastayı kurtarabildindiysen, sıkıntı yok zaten. Kaldı ki, hatalar yaparak tecrübe edinmiyor muyuz zaten? O zaman, tecrübeli hatalar yapman dileğiyle.

Bu arada;
Yaşamda yapabileceğiniz en büyük yanlış, sürekli olarak yanlış yapacağınızdan korkmaktır.

- Elbert Hubbard