26 Nisan 2015 Pazar

Kaç yanlış, tek doğruyu getirir?

Nefes almaya başladığınız andan itibaren, hep bir seçim yapmakla geçer hayatınız. Maruz kaldığınız ikilemlerle inatlaşarak ya da el sıkışarak… Ya, iyilerin içerisinden bir seçim yapmanız gerekir, ya da kötülerin arasındaki ‘en iyi’den. Tercih yapmamak bile bir tercihtir aslında. Mesela “yeğlemek” yerine “tercih etmek” fiilini kullanmak gibi. Örneğin, “seçim” de bir tercihtir. Seçmemek de öyle. Peki, hep bir tercih yapmak söz konusu ise, kayıtsız kalabilmek mümkün müdür?
İstediğimiz soru(n)dan başlayabilir miyiz?
Kimi zaman, menfaatler doğrultusunda bir seçim yapılır. En büyük sorun bizim için neyse, onu ortadan kaldırmaya veya etkisini azaltmaya uğraşmaktır tercih yapmak. “Gitmek” veya “kalmak” gibi. Örneğin, zaman zaman yaşadığımız “Politik” hayalkırıklıkları sonrasında, ülke değiştirmeyi isteyip ama gidememek gibi. Çünkü, şikayet etmek gitmeye yetmez. Gitmek için, kararlı olmak önemlidir. Yani, icraattan haber ver…
Her seçiş, bir vazgeçiştir
Şüphesiz, tarihe kazınmış birçok aforizma vardır. Bunlardan biri de, ünlü Fransız yazar Jean Paul Sartre’nin en önemli sözlerinden biri: “Her seçiş, bir vazgeçiştir.” Kendisine lâyık görülen Nobel Ödülü’nü şu sözlerle reddetmişti: Yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye dahi olsa bunlar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: Ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burjuva bir ailede yetiştiğim halde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem.

Özgürlük; seçim değil; bir haktır
İçi yarıya kadar su dolu bir kaba, atılan taş neticesinde; suyun dışarı çıkan kısmı ile kabın içerisinde kalan su arasında bir tercih söz konusu olamaz. Sonuca bakıldığında, kabın dışına çıkan da su, kabın içinde kalan da. Burada edilgen bir eylemden söz etmek mümkündür. Sizi, yol ayrımında taşlı yola süren de, asfalt yolu sunan da hayattır. Bu durumda “seçim” yapmakta “özgür” değil misiniz? Yoksa size dayatılan seçeneklerin mi hayatınızı şekillendirmesine izin veriyorsunuz? Yahut, kayıtsız kalıp, bir edilgen beklenti içinde mi yaşlanıyorsunuz? Bu noktada bilinmesi gereken en önemli detay ise, özgürlüğün sizin seçiminizden çok, hakkınız olduğudur.
                                           
“İyi” olmak mı, “saf” kalabilmek mi?
Hangisi mümkün ki? “Salt” iyi olabilmek, karşılık beklemeden öyle olabilmek diye birşey var mı? Peki bu, bir tercih midir? Yoksa, gündelik yaşantının içindeki 100 metre engelli koşusunun bir getirisi midir? “İyi” olma gayreti, “saf kalamamanın” getirdiği bir durumsa eğer, dünyaya gözünüzü açtığınız saniyeden itibaren ciğerlerinize dolan oksijenin bile, bunda bir parmağı var demektir.  İşte, o andan itibaren alacağınız her karar, her seçim, vs.toplumdaki “sizi” oluşturacaktır. “Her koyun, kendi bacağından asılır.” Sözü de zaten bu durumu özetler nitelikte değil midir? Kendi seçiminizi yapın, başkalarınınkini değil. Çünkü, herkes kendi hayatını yaşar, bir ötekininkini değil. Seçim, “iyilerin” seçimi olsun…
  
BU ARADA;
İstanbul’daki bir sahafta, tozlu ve rutubetli raflar arasında, kendimi kaybederek arayıp bulduğum, bir Cemal Süreya klasiği olan “Sevda Sözleri” kitabının ucu yırtık sayfasından sizin için seçtim:
“Özgürlüğün geldiği gün,

O gün ölmek yasak!”

12 Nisan 2015 Pazar

O, tuzlu yaş; akıp yolunu bulur mu?

Otuz veya 30. Yazıyla ya da rakamla, nasıl yazarsanız yazın, aynı şekilde okunuyor. Ortalama 10950 gün hayatta kalmanız durumunda, şeffaf bir ‘berisgân’ içerisinde size sunulan şeye 30 yaş deniyor(muş). Ben de geçenlerde öğrendim. 30 olunca başın göğe falan da ermiyor. Sabahları yine aynı taraftan uyanıp, aynı monotonlukla hayatta kalmaya ‘çalışıyorsunuz’. 20’li yaşlardayken, 30’lara ulaşınca çok farklı olacakmış gibi geliyor ya herşey, sahiden çok mu farklılaşıyor tüm renkler?..
Yolun yarısına ‘5 kala
35 yolun yarısıysa, 70 yolun tamamı mı oluyor? 100’de bölüm geçme falan var o halde. Saydıkça daha mı kolay geçer hayat? Ya da nerede kaldığımızı mı hatırlatmak asıl amaç? Yoksa saymadan yaşamak, sadece ‘yaşamak’ mı makûl olan? Bunu okurken bile aslında hayatınızdan gidiyor, bir nevi hayatınızdan çalıyorum belki de. O yüzden şimdiden özür dilerim.
Yokuş aşağı giden zaman
Hep bir söylem vardır ya; “Bir yaştan sonra, zaman yokuş aşağı gider…” diye. Çocukken, hiç geçmeyeceğini düşündüğümüz bir kavramdır oysa… Bir an önce büyüyüp, çocukluk aşkınızla evlenmeyi dilersiniz ilk önce. Sonra, hayalini kurduğunuz mesleği icra etmek sırayı alır. Araba kullanmayı hayal etmekle devam eder bunlar ve ‘rol model’ olarak belirlediğiniz kişi gibi olabilmeyi istersiniz büyüyüp. Sonra dönüp bakıyorsunuz, bunların bazılarında eksik parçalar kalmış. Tıpkı, tamamlanmaya çalışan bir yap-boz misalî…
29 buçuk’lu yaşlar…
Tabi, hiç 30 yaşına gelmeyen arkadaşları da unutmamak lazım. Onlar genelde 29 ile 29 buçuk arasındaki zaman diliminde takılıyorlar. Direkt olarak 31 yaşına yatay geçiş yapma durumlarına sahipdirler. Bu durum da, 30 yaş sendromunu atlatmaya bir alternatif olabilir. 30 yaş sendromunu da, yaratan toplumun bu tablodaki imzasını yadsımamak gerek. Sendromu da yaratan zaten bizden başkası değil.
Geçti…Artık çok ‘g e ç’ mi?..

Takvime baktığında gördüğün suret neticesinde, ‘Baykuş’un zamanından…’ tabiri gülümsüyorsa yüzüne; çoğu şey için geç olmuştur artık. Ama herşey için geç değil. Çoğu şey için geç olan, geçen zamanın geçtiğidir. Gelecek, geçmişte değil, yine gelecek olandadır. Takvime veya aynaya bakabiliyorsan eğer, daha yapacak çok şeyin var demektir. Geç olan birşey varsa, o da ‘geç’ kalmaktır. Gecikmeden yaşayın, yaşamadan gecikmeyin sakın!

BU ARADA;
30 yaşla ilgili Murathan Mungan’ın da bir şiiri var. Ondan ufak bir alıntı yaptım:
“…daha vakit var diye 
dönüp de bir gün 
kaldığımız yerden, hepsini birden 
yaşarız sandık 
oysa emanetmiş bizim sandıklarımız 
içlerinde kilitli kalmış onca şeyle 
günü geldi 
aldılar…”