29 Mart 2015 Pazar

Sen şimdi git; ben seni sonra severim.

Fırsat buldukça, tüm genellemelerden kaçmaya çalışıyorum. Bazen de, elimde olmadan tam da içinde buluyorum kendimi. Genellemeleri ve bunu yapanları o kadar eleştirirken hem de! “Genelleme yapanları genellikle sevmem!” desem; sonsuz bir çelişkinin pimini çekmiş olurum. Zaten ‘sevmek’ eylemi de iki şekilde olmaz mı? ‘Sevmek’ ya da ‘sevmemek’ gibi. Kimi veya neyi seveceğinizi siz bilemezsiniz. Birden bire, sevmeye başladığınızı anlarsınız. Hatta, onu bile bazen farkedemezsiniz. Yoksa öyle değil mi?..
Cevapsız ‘ağrı’
Sevmek, tek başına da gerçekleşebilen bir eylemdir. Cep telefonunuza gelen bir çağrıyı cevaplamamak/cevaplayamamak gibi düşünün bunu. Sizi arayan kişiye cevap verirseniz, karşılıklı bir diyaloğun içerisine girmiş olursunuz. Sevdiğinizde de karşılık alabiliyorsanız, seviliyorsunuzdur. Bir defa sevmeye başlamışsanız, o andan itibaren, sevme eyleminin boşluğunda kaybolmaya başlıyorsunuz zaten. Dediğim gibi, sevme eylemi kendiliğinden gelişen ve sizin kontrol edemeyeceğiniz bir duygudur. Karşılıklı olsun, ya da olmasın.
O çiçekleri yolmayın!..
“Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor…” Bunun sonu yok arkadaşım. O güzelim papatyaları sırf fal bakmak için koparma. Yazıktır, günahtır. “Fala inanma, falsız da kalma” demiş olabilir Atalarımız. “Git, papatyayı koparıp, paramparça et.” demediler ki sana! Zaten kim uydurdu şu papatya fallarını, onu da bilmiyorum ki. “Beni sevmeyeni, ben hiç sevmem.” Demiş başka Atalarımız da. Aynı ata mı biniyorlardı, yoksa aynı dereden mi su içiyordu bu iki Ata, o bilinmez. Zaten falda da iki ihtimal yok mudur? Ya o eylem gerçekleşecek, ya da gerçekleşmeyecektir. Gerçekleşince, “Eyi be, bu fala inanmaya başladım ha!” deriz, olmayınca da “Zaten hiç inanmam bu fallara, saçmalık.” Deyip durumu toparlamayı da alışkanlık haline getirmişizdir çoktan.
Dipfrizde unutulan soğukkanlılık
Karşınızdaki insandan soğuyup, uzaklaştığınızı hissettiğiniz zamanlar olmuştur mutlaka. Peki bunu ne kadar rahat ve dürüstçe dile getirebiliyoruz? Sırf, yanlış anlaşılmamak için yanlış anlaşıldığınız ne kadar talihsiz an’a şahit olmuşuzdur kimbilir? Zaten sorun da bu değil mi? Akdeniz insanı olduğumuzdan, çoğu zaman soğukkanlılığımızı ‘dipfriz’de bırakıp sokağa çıkıyoruz. Tabi böyle olunca da, fazlasıyla alıngan davranabiliyoruz. Özellikle de duygusal konularda. İlişkilerde farklı nedenlerden dolayı, karşınızdaki insandan soğumak, uzaklaşmak veya zaman aşımına uğramak bazen kaçınılmazdır. Bunu dürüstçe dile getirebilmek ise, deveye rüzgar sörfü yaptırmakla eşdeğerdir. Bir ilişkide en temel olan unsur da ‘dürüstlük’ değil mi zaten? En başından, en sonuna kadar öyle (olmalı). Sevmekten korkmayın, dürüst olamamaktan korkun. Sevmek, içgüdüseldir. Ancak dürüstlük, vicdanidir. Üşenmeden, doya doya sevin; ama dürüstçe.

BU ARADA;
Benim şiirle olan bağımı güçlendiren, Umay Gedikoğlu yani Umay Umay’ın ‘Cevapsız Ağrı’ kitabından bir şiire takıldı gözüm;
“Soluksuz öpüşmelerin uyandırdığı oda,
tanıklık et bir kalbin yeniden doğabilmek için,
kendini öldürüşüne;

ki bilmiyoruz hiçbir şeyi; çocuklar gibi ölürken.”

Oda Sıcaklığı 150315 (2)

Pazartesi diyete başlıyorum!
Özellikle Pazar günleri, adeta bir gelenek haline dönüşen Mangal Partilerine kimse hayır diyemez. Bir de Cuma akşamı meyhane geleneği ile başlayan ‘ravellada et bırakmama’ huyumuz, şüphesiz en belirgin özelliklerimizdendir. Kişi başına düşen et tüketim oranını nüfusa göre hesaplasak, çıkan sonuca Guinness Rekorlar Kitabı ‘Fransız’ kalır.
Ayşaba’nın gelini Pilates’e yazılmış…
Haftasonu oluşan kalori yükünü, psikolojik de olsa atlatabilmenin yollarını ararken, bir de baktık ki, bitmek bilmeyen bir ‘Pazartesi Diyeti Yanılgısı’nın içine girmişiz. Peki nedir bu Pazartesi Diyeti Yanılgısı? Şimdi efendim, haftasonu mangaldaki et şişteki kuyruk yağını ayırmakla başlayan psikolojik rahatlama yöntemi, şeftalinin terpini ayırmak, kanat kebabındaki kanadın üzerindeki deriyi sıyırmaya yönelik girişimlerle devam eder. Ardından kaçınılmaz sorular ve öneriler ortaya çıkar: “Bu elbise da göbeğimi çıkardı ortaya” , “O yaşlı gadıncığı dinledim, o da dedi kebap sağlıklıymış” , “Ayşaba’nın gelini Pilates’e yazılmış” , “Salona başlaylım yarın?”  “Bu yaz lazım yüzelim sağlam” gibi sorular ve öneriler, yemeğin konusunun öne çıkan başlıkları gibi olmaya yeter de artar bile.

‘Pirinçli’ değil ‘Bilinçli’ tüketim
Spesifik verilere dayanmadan söylemek gerekirse, ülkemizde şeftali, pirzola ve et şiş kebabı ipi ilk sıradan göğüslüyor. Kimi diyetisyene göre bunları ‘bilinçli’ tüketmek zararlı değil, aksine yararlı. Tabi ‘bilinçli’yi ‘pirinç’li diye algılayıp da “Pilavla tüketince bir zararı olmazmış…” diyeni de duymadım değil hani. Günümüzde, ambalaja girmiş ürünlerin zararlarının, şeftali kebabındaki yağ oranından daha tehlikeli olabileceğini de söyleyen kesimler de bulunmakta. Kendi adıma söylemek gerekirse, bu bana da mantıklı geliyor. Umarım bu da yanlış anlaşılıp ‘Mantılı bir hareket’ olmaz.

İnternetten ‘layk edilen’ kebaplar…
Yemeyi-içmeyi seven bir toplum olduğumuz kadar, paylaşmayı da seven bir toplumuz. Özellikle komşuluk ilişkilerinin henüz bozulmadığı 10-15 yıl öncesine kadar, mahallede mangal yakan biri oldumu, hem nezaketen hem de “Kokusu var…” diye komşularıyla paylaşmaktan mutlu olurdu. Şimdi yine paylaşıyoruz, ona şüphe yok tabi. Sosyal medya sayesinde anında yüzlerce kişi bunu görebiliyor. Üstelik kokusuz.

Diyet değil, niyet önemli
Burada belirli bir Pazartesi’nden bahsetmek çok güçtür. Diyete başlayan kişinin niyeti psikolojik bir rahatlama ile gerçeklik arasındadır. Diyete başlama niyetinde olan, o an başlayabilir mesela. Böylece kendimizi Pazartesi ile diyete başlama yanılgısından kurtarabilmek mümkündür. Kendinize iyi bakın.

BU ARADA;
İskandinav’ların şöyle bir Atasözleri varmış:

Az kork, çok umut et; az ye, çok çiğne; az homurdan, çok nefes al; az konuş, çok anlat; az nefret et, çok sev ve en güzel şeyler seninle olsun.

Oda Sıcaklığı 010315 (1)

‘Oda sıcaklığında’ bir merhaba!
Hayaller ve gerçekler… 
Yaşam; bu ikisi arasındaki gel-gitlerin bir masada kadeh tokuşturmasıdır belki de... Ya da şöyle diyelim; hayaller hedeflere ulaşmak için bize ışık tutan bir 'luks' gibidir. Gazla çalışır, her elektrik gittiğinde, umutsuzluğa kapıldığımızda, mutfak dolabının üzerinden indirip yakmamız gerekir. Peki ya gerçekler? Çok sıkıcı değiller mi sizce de? Ancak gerçekler de hayallerin sonucunda gelişebilecek bir durum değil midir aynı zamanda?..

Oda sıcaklığında bir merhaba!
Adres Kıbrıs’ın sevgili okurlarına “Oda sıcaklığında bir merhaba!..” Yenidüzen Ailesi’ne tekrar katılmaktan ne denli mutlu olduğumu belirtmek isterim. Geçmiş yıllarda Yenidüzen’de yarı-zamanlı da olsa, güzel insanlarla çalışma fırsatını yakalamıştım. Adres Kıbrıs’ta mümkün olduğunca her hafta, sizlere farklı konulardan, tespitlerimden ve önerilerimden bahsetmeye çalışacağım. Sınırları oldum olası sevmedim. Bu yüzden belirli bir konu ile sınırlı kalıp, kalıplara sığdırılmış konulardan elimden geldiğince uzak duracağımı söyleyebilirim.

Senin, hiç hayalinin olmadığı oldu mu?
Efendim; şimdi kalıpların bir nevi sınır olduğunu düşünecek olursak; bu sınırlar, kalıbın şekline göre gelişebildiklerini de gözardı etmemek gerekecektir. Nasıl ki, kalıp içine dökülen maddeyi o şekle sokuyorsa, kalıbın malzemesine göre, içine dökülen madde de, kalıbın şeklini değiştirmeye çalışabilir. Kimine göre lüks bir otomobile sahip olmak bir hayaldir. Kimine göre ise; ünlü bir sanatçı olmak hayal. Mesela Mars'ta ayrelli toplamayı hayal etmek olduğu gibi, hayal edebilmeyi hayal etmek de bir hayal aynı zamanda. Sınırı diyorum, yok hayallerin. Dilin kemiği olmadığı gibi. Pilot olmayı hayal ederken, sadece vaktin geçmesini bekleyip birinci kulvardan mesaiyi bitiren memur olabilmek ise bir realitedir.

Mahallenin sadık bekçisi Rex peşimizde!
Yaşam gibi sislerle dolu bir filmde oynarken, elimizde olmadan hayal kuruyor, yine elimizde olmadan, bazen dış etkenlerden o hayalleri geçmişe gömüyoruz. Oysa; hayalperest ruhlarımızı dizginleyen gerçekçi ve sıkıcı bir hayat var zaten sol yanımızda. Mahallenin sadık bekçisi Rex gibi peşimizde dolanıyorken o gerçekler, hayalleri yolumuza serpiştirerek engelli bir koşuyu tamamlamak değil midir yaşam?. Peki bizi dizginleyen ‘gerçek’ ne olabilir? Ya da ‘hayal’ kelimesinin karşıtı ‘gerçek’ olabilir mi? 

Evlerin içine kadar Amerikan Asfaltı dökülür mü?
Fotosentez yeteneğine sahip birisi çıkıp size, "Öyle senin hayal ettiğin gibi olmuyor o işler..." diye cümle kurmasından sonra kırılacak her heves için vergi toplansa, evlerin içine kadar Amerikan asfaltı dökülürdü muhtemelen. Zaten yaşadığımız bu film gerçek iken, daha fazla gerçeğe ihtiyacımız mı var? Sabah yataktan kalkıp, gece yatağa girmekten başka yapacak şeyleri de olması lazım insanın. 
Siz siz olun, kim ne derse desin, ne yaşarsanız yaşayın; hayallerinizi 'oda sıcaklığında' muhafaza ediniz.

BU ARADA;
Oruç Aruoba'nın "Yürüme" isimli şiir kitabından gözüme takılan bu şiiri sizlerle paylaşmak istiyorum.
"Yol, hep,
olanaklılıktan gerçekliğe geçen
yerlerin terkedilmesiyse;
yer de, hep,
olanaklılıktan olanaksızlığa geçen
yolların katedilmesidir."