28 Ağustos 2016 Pazar

SAHİ, NEREYE DOĞRU ŞÜKREDİYORDUK?

Unuttun değil mi?.. Çok uzun zaman olmuştur bu kelimeyi duymayalı, kullanmayalı… Neden kelime dağarcığında yıllardır duran bu kelimeye, elini bile sürmemişsin diye bir düşün… Korkma, seni ısırmaz. İncilerin dökülür diye kaygılanmana da lüzûm yok. Çok zor değil halbûki… Şimdi oturduğun yerden zahmet edip kalk ve bir ayna bulup karşısına geç. Dimdik karşında duran sûretine defalarca bak… Baştan aşağı incele onu ve yapabilirsen uzun bir süre bunu yapmaya devam et. Bu karşında duran sûretin gerçekten kime ait olduğunu bir düşün! Sana mı, yoksa başkalarına mı ait?...

Bu ‘seni’ yalnız bırakma!

Karşındaki hâlen duruyor mu orada? Gözbebeklerinin içine bir bak, orada kendini göreceksin. Yansımadan dolayı falan değil, gerçekten kendini göreceksin. Bilmem kaç bin küsur gündür nefes alan ‘sen’ oradasın! Tüm yaşadıklarınla, mutluluklarınla ve hüzünlerinle… Dibe vuruşların ve zirveye sıçrayışlarınla… Ailenle, dostlarınla… Sevdiklerinle ve sevmediklerinle… İşte salt sen orada! Sana dimdik bakıyor, görmüyor musun? Seni sevdiğini söylüyor ve sen ona inandığın sürece, o da seninle yürümeye hazırım diyor! Bu ‘seni’ yalnız bırakma! Senden başka bir sen yok, unutma! Sadece ‘sen’ varsın gözbebeklerindeki yansımada. Bu yansımanın bir yanılsaması yok! Gördüğüne inan ve şükret! Yaşadığın herşeye, evet herşeye! Çünkü şu an gördüğün kişiyi ‘sen’ yapan ne kadar özellik varsa olması gerektiği için olmuştur… Hataların varsa, öğrenmek için; doğruların varsa teyid etmek için olmuştur… Senle birlikte olanlara ve olmayanlara da şükret.

Öğrenmek, evrenin sonsuzluğu gibi…

Yeni doğmuş bir çocuğun bakışlarındaki saflık, büyüdükçe yerini başka görüntülere bırakır… Büyümek, hiç bitmez. Öğrenmek de öyle… Yürüyeceğin o kadar dik yamaçlar, dikenli patikalar var ki… Yeri gelecek, yalnız başına yapmak zorunda kalacaksın bunları… Zaman zaman korkarak ve çaresizce… İşte o zaman, korkunun yenilebilir şekliyle de tanışacaksın… Hiçbir şey olmasa, şu an okuyabilecek nefesin olduğu için şükredebilirsin. Birgün sana ait olmayacak olan nefesin için… Kendini sev, sonra başkalarını da seversin zaten…

14 Ağustos 2016 Pazar

BİZ; AYRI MOLEHİYALARIN DALLARIYIZ...

Tam da asfaltın içinde oturup molehiya ayıklayan insanlarımızı gördükten sonra gelişti herşey. Üzerinde onlarca dalı olan molehiyayı ayıklama zahmetine katlanan bireylerin; dallardan kopardığı her yaprak aynı leğen içine bırakılıyor. Onlarca kişinin ayıkladığı yapraklar, aynı yerde kurutulup aynı amaca hizmet ediyor. Çok basit; yeniliyor!

Tıpkı farklı köklere ve farklı dallara sahip olmasına rağmen; insanların, farklı karakterleri, farklı davranışları, alışkanlıkları, zevkleri olduğu gibi. Biz de, ayıklanan molehiya yaprakları gibi farklı dallardan da gelsek, gideceğimiz yerin rotasını pek değiştiremiyoruz…

En az 9 ihtimal

Farklı dallardan kopmamıza rağmen, birbirimizi anlamaya/algılamaya mecburuz. Yoksa aynı leğenin içindeyken “kim altta, kim üstte” olacak kavgasından kendimizi alamayız! Peki birbirimizi ne kadar doğru anlıyoruz?.. Hep bir hakimiyet kurma hevesi var içimizde. Mahkûm olmaya korkumuzdan muhtemelen. Kontrol elimizde olsun istiyoruz. Bunun için de, herşeyden emin olmayı istemek kaçınılmaz oluyor…

Sylviane Herpin’in dediği gibi;

“Düşündüğünüz,
Söylemek istediğiniz,
Söylediğinizi sandığınız,
Söylediğiniz,
Karşınızdakinin duymak istediği,
Duyduğu,
Anlamak istediği,
Anladığını sandığı,
Anladığı,

Sözler arasında farklar vardır. Bu sebepten ötürü; karşınızdakinin sizi yanlış anlaması için en az 9 ihtimal var.”

Okuduğumuzu anladık mı? Cevap verelim

İlkokulda, ders kitaplarımızda çıkan bir bölümdü kendisi. 80 ve 90’lılar iyi hatırlayacaktır. Okuduğumuz konunun yan sayfasında büyük ve kalın puntolarla yazan başlığı çok şey öğretecekti bize… Okuduğumuz konuyu gerçekten anlamışmıydık? O, 9 ihtimalden hangisi çıkmıştı piyangodan bize?..


Evrenden gelen mesajları nasıl okuyorsunuz peki? Kaderci bir yol mu izliyorsunuz, yoksa rastlantıların değişken olabileceğini de mi varsayıyorsunuz? Aslında karşınızdakinin gerçekten ne söylediğini, ne hissettiğini ve ne yapacağını anlamak o kadar güç ki… Belki de, herkesi olduğu gibi kabul etmek daha mantıklı. Size, en yakın gelen ihtimal mesela, şüphecilikten yoksun… Yoksa; 9 ihtimal var, unutma…

3 Ağustos 2016 Çarşamba

NEÇİN DA DEN...

Uzun zamandır dilimizden düşmeyen bir söz kendisi… Kimi zaman söylenecek birşey olmadığında takılır dilimize, kimi zaman da hakikati dile getirirken dökülür diğer kelimelerle ağzımızdan… Bol bol kullanalım bu kelimeyi… Unutulup giden o kadar çok şeyimiz varken, belki bununla beraber diğerlerini de tekrar kurtarabiliriz, ne dersiniz?..

Malûmunuz havalar çok sıcak. Kıbrıs’ta yaşayan herkes bunun böyle olduğu konusunda hemfikir zaten. Ama, özellikle çok samimi olmadığımız birileriyle rasgele karşılaşınca, ilk konuşulan konular genelde meteoroloji temalı olmuyor mu? Neçin da den, daha geçenlerde yaşadım aynısını…

Bu sene çok sıcak etti

Nedense, her geçen yıl, bir öncekine nazaran daha sıcak olur. Haberlerde her yaz “Son yüzyılın en sıcak yazı!” diye yazılar çıkar karşımıza sağda solda. Kimi görseniz, sıcaktan şikayet eder; “Bu sene çok sıcak etti!” Geçen sene sanki da penguenler gezerdi Dereboyu’nda! “Neçin da den, gittim klima aldım salona. 40 senedir sıcak yok, bu sene çok sıcak etti, onun için.” Yapılan eylemin nedenini de açıklamadan olmaz ama değil?

O değil, kışın soğuk olur; o zaman da muhabbet yine aynı! “Ne soğuk etti be! Ne gadar çok sıcak olursa yazda, kışın bir o kadar da soğuk olurmuş… Aha eltim söyledi, uzmanlar açıklamış, kar yağacakmış gene Beşparmaklar’a…”

Yok yok, eser bu akşam

Bir diğer muhabbete gelecek olursak, o da sıcaktan bunalan insanlarımızın yüzünü güldüren, hayır dua hanesine bonus puanlar ekleyen cümle; “E yok yok, eser bu akşam hade!..” Değil ama? O kadar şikayet yetti heralde. E, Ağustos’da geçsin tamamdır bu iş! Biraz da soğuktan şikayet ederiz artık.


Öyle dedik böyle dedik ama, tüm samimiyetimle söylüyorum; her yıl aynı muhabbetleri, aynı insanlardan, aynı şekilde duymaktan hiç usanıyorum bu ülkede! Çünkü seni seviyorum Kıbrıs… Sıcağınla da, soğuğunla da… Doğrularınla olduğu kadar, yanlışlarınla da… Aşk da zaten öyle değil midir?.. Aha, sen söyle!

KEDİNİN E L L İ T O N U


Bu yazının ‘Grinin elli tonu’ ile ilgisi yoktur. Başka bir rengin herhangi bir tonuyla da yakından uzaktan ilgisi olmayacağını söyleyebilirim. Benim veya senin elli tonunla ilgisi olabilir mi? Senin veya başkasının? Benim veya başkasının?.. Hayır, hayır! Kediyle ilgili bu yazı. Kiminin tiksindiği, kimininse benim kadar taptığı mahlûkatla ilgili. Niye tiksiniyorlar bu harikulade mahlûkattan hiç anlamıyorum ya, neyse… Siz bilirsiniz… Bazen, kedilerle insanların ne kadar çok ortak yönü olduğunun farkında olmakta fayda var bu arada…

Kedi canını senin…

Kedi gibidir bazen insan… Hiç aklında yokken çıkar gelir yanına. İlk önce onu farketmezsin bile. Dikkatini çekmek için elinden gelen herşeyi yapar. İlgi ister çünkü… İlk başta “Acaba acıktı diye mi geldi?” diye düşünebilirsin. Yemeğinden bir parçayı onunla paylaşırsın ve o koklayıp yüzüne bakar en kedi haliyle; “Mivv?” diye sorar. Beğenmediğini veya aç olmadığını anlarsın. Sonra ufak bir hamleyle kucağına atlayıverir. Tiksiniyorsan (!) çığlığı basarsın ve ortalığı birbirine katarsın. Aksi hâlde, sana uzanan bu güzel sevgi köprüsünü yürümeye başlarsın kediyle birlikte… Sevdikçe onu, nereden nasıl çıktığını bilmediğin bir “purrr” sesi eşlik eder size. Anlarsın ki kedinin derdi yemek falan değil, sevgiydi sadece. Sevgi, “saf” sevgi. İnsanlarda bile bulmakta güçlük çektiğimizden. Sadece sevilmeyi bekleyen bir kedi, sana ne zarar verebilir? Elini, yüzünü mü tırmalayacak en fazla? Tırmalasın?!. Cırmalasın hatta!..

9 canlı olmak mı?


Şahsen istemezdim. Düşünsene, birincide öleceksin; olmadı… İkincide, üçüncüde, dördüncüde vs… Dörtten sonra kaç canın kaldığını hatırlamayacaksın mesela ve sekizinciye geldiğinde son hakkın kaldığını bile bile yaşayacaksın… Bence biz daha şanslıyız o konuda. Tek hakkımız var ve o da yaşamaya değer! İşin şakası bir yana, kedilerin hakkı 9 değil 90 olsa yeridir. Bu dünyada yaşam hakkına en az sahip olması gereken biz olmalıyız. Yalanı, dolanı bilmeyen mahlûkatlar değil. Bir hayvanın sana neler yapabileceği bellidir. Ama insanın öyle mi? Aha sen da söyle…